Kazanın dibi delik
olmasın, bu ilk şart, ama bunun yanında tahliye borusunu da yüksekte tutun!
Tahliye borusu
galiba iyi bir şey. Fazlasını dışarıya atmak için bir yol.
Vücuttaki kan
basıncının yükselmesi halinde burun kanaması olur ve bu çok daha ciddî riskleri
azaltırmış (sigorta işlevi görürmüş). Hatta bazı bayılmalar bile öyleymiş.
Bazıları tahsile
başlar, kazanın dibi de sağlamdır. Ama tahliye borusunu çok aşağıda bir yerde
tutar. Haliyle de kazan daha dolmadan, dışarı atmaya başlar. Oysa tam kapasite
götürebilmek için tahliye borusunu olabildiğince yüksek bir yerlerde tutmak da
yarar vardır. Derinlik olmadan bu iş olmuyor. Sığ bir ağırlık, merkezkaç
kuvveti oluşturmuyor, ayağımızı sabit kadem kılmıyor. Oysa başarı için ayağın biri
pergelin sabit ucu gibi hep sabit olmalı, bir çekim merkezi oluşturulmalı, bir
mihver bulunmalı, hayat boyunca insan o mihver etrafında gezinmeli, dönmeli,
dolaşmalı.
Bazı insanlar
görürsünüz hiçbir birikimi yoktur ama hep konuşur. Eğer o kimse anında
yansıtıcı biri durumunda değilse tabii ki hep boş konuşur. Ama birinin ağzı
olmuş, birinin dili, birinin kalemi olmuş ise o başka. Bu kez de sorun
konuşanın kimliği sorunu olur. Bugün falan, yarın bir başkası, öbür gün daha
başka biri… Daha önceki sattıkları mal
olsaydı ne olsa giderdi. Ama insan ağzıyla bir şey dedi mi, onu insan sananlar
o çıkanı bir öncekisi bir sonrakisi ile de tartıyor, ölçüp biçim adam mı değil
mi onun kararını öyle veriyorlar.
Biz okurken Ramazan
yaz aylarına gelirdi ve biz harçlığımızı kazanabilmek (bir tür cercilik sayılır
mıydı bilmiyorum) için Kayseri’nin bağ evlerinde teravih imamlığı yapardık. Her
gün yarım saat vaaz etmemiz gerekiyordu. Kazanın dibinde çocuklara yemek olarak
servis edilecek bir şey yoktu. Eee, gelenlere de bir şeyler ikram etmek lazım.
Çareyi Kayseri’nin meşhur vaizlerini dinleyerek, onlardan gündüz boyu
aldıklarımızı akşam vaazında satmak olurdu. Bir de güzel anlatırdık ki. Anlattıklarımıza
inanırdık da! (Burada güleceğim tuttu!) Gençliğin heyecanı da vardı, cehaletin
cesaretiyle de birleşince bizi bayağı derin hoca zannedenler çıkacak şekilde
olumlu sonuçlar alırdık. Hiç sermayesiz günü birlik iğreti satışla ticaretimizi
döndürmeye çalışırdık.
Bu tür çabaların
bizim açılmamızda, toplum karşısında konuşma becerimizin gelişmesinde büyük
katkıları olmuştur. Ama biz hep böyle
kalsaydık, hiçbir zaman kazanı dolduramazdık. Kazanı doldurabilmek için uzun vadeli,
planlı, programlı tahsil gerekiyordu ve biz elimizden geldiğince bunu
tamamlamaya çalıştık. Okullarımız yetmedi. Haseki imdadımız oldu ve hâlâ bu
çabanın içerisindeyiz.
İmdi!
Dil, dil, gene dil!
Dili halletmemiş bir
kimsenin kazanı doldurmasının aslında imkanı pek yok. Doldurur da hani ama
neyle? İstenilen şeylerle doldurmuş olmaktan bahsediyorsak eğer mutlaka dil halledilmiş
olmalı. Hem de en başta. O yüzden İlahiyat fakültelerine hazırlık sınıfının
yeniden konulmuş olması bence büyük bir fırsat bilinmeli ve bu imkan tam
anlamıyla değerlendirilmeli. Hazırlık sınıfı öğrencisi dilden başka hiçbir
şeyle uğraşmamalı. Hatta Kur’an dersi bile dili geliştirme amacına yönelik
olmalı.
Sonra temel İslâm
bilimlerinin her birinin tarihçesi (kitabiyat), usulü ve anahatlarıyla konuları
tahsil edilmeli. Her bir ilmin temel metinleri kelimenin tam anlamıyla
okunmalı. Bunlar hayat boyu öğrencinin her zaman yeni öğrendiklerini kendisine nispetle
bir yerlere koyacağı mihveri oluşturmalı. Ondan sonra da ömür boyu sürecek bir
vetire kesintisiz devam ettirilmeli. Okumalı, okutmalı; okumalı, anlatmalı; okumalı,
yazmalı. Kazan dolmuş ve tahliye borusu hizasına ulaşmışsa zaten artık bir
şekilde dışa vurma zamanı da gelmiş demektir. Dolu kazandan fazla ses gelmemesi
bir nakisa değil, aksine olgunluğun bir ifadesi görülmelidir. Ağzına kadar dolu
bir kazanda, onun etrafına doluşmuş aç çocukların karınlarını doyurmuş olarak yerlerinden
kalkmaları beklenen ve arzulanan bir durumdur. Ondan uzaktakilere servis imkanı
da vardır. Fakat eksilmemesi için sürekli okumaya, yeni ufuklar keşfetmeye ve
hatta gezmeye, görmeye ihtiyaç da göz
ardı edilmemelidir. Aksi halde çocuklar kısa zaman sonra hep aynı yemekten –bal
bile olsa-usanabilirler.
Türkiye’de yaş
ortalaması 70-80’lere ulaştı. Bu kadar uzun bir ömürde dile bir iki yılınızı,
tahsile de birkaç yılınızı ayırsanız da bir yaşam boyu dolu bir kazanınız ve
etrafına üşüşmüş karınlarını doyurmakta olan yüzlerce binlerce ilim
çocuklarınız olsa, onların doymuşlukları sonucu oluşan yüzlerindeki ışıltı,
gözlerindeki parıltı da sizin ödülünüz olsa… Değmez mi?
Ve rıdvanun
minallahi ekber! Onu hiç söylemiyorum. Sırf bu sonuç bile çekeceğiniz seneye
nispetle bir mevsimin üçte birine bile denk olmayan sıkıntılarınıza en büyük
bedel olmaz mı?
Ve hatta bunların hiçbiri
olmasa, sana umut bağlamış aksakal birinin elini öpmesi bile yeter gibime
geliyor.
El öpeniniz çok
olsun!
Dua ile!
19.09.2012
GARİBCE
Hocam kaleminize yüreğinize sağlık.. Allah razı olsun. Fatih Turay
YanıtlaSilders programlarının daha doyurucu olması dileğiyle yüreğinize sağlık....
YanıtlaSil