Hz. Ömer, İslâm tarihinde en çok
sevilen ve takdir edilen, adaleti ile eşsiz bir örnek olan ikinci Râşid
Halifedir.
Hz. Ebû Bekir, hilmiyle, yumuşaklığı
ile tanınırdı. Ömer ise heybetiyle… Herkes ondan çekinirdi, ama tuhaf şekilde
ona büyük bir saygı ve sevgi duyardı. O, adeta Allah’ın adalet sıfatının
yeryüzünde tecessüm etmiş şekliydi. Mutluluğunu kendi halkının mutluluğunda
arar, emsalsiz bir sorumluluk duygusu taşırdı.
Hz. Ebû Bekir’in feraset ve
kararlılığı ile başlatmış olduğu fetih hareketleriyle İslâm, Arap yarımadasının
dışına çıkarak onun döneminde çığ gibi yayıldı ve sadece topraklar
fethedilmedi, gönüller de fethedildi, İslâm’a açıldı. Bu kadar hızlı ve
başarılı bir hareket ancak eşsiz İslâm peygamberinin öğretmiş olduğu bu
sorumluluk ve adalet anlayışının içselleştirilmesi sayesinde olabilirdi.
Bir inanç manzumesi üzerine tesis
edilmiş bir devletleri olmasına rağmen Hz. Ömer ve emsalleri, hiçbir zaman
inanç farklılığı sebebiyle insanların şeref ve haysiyetlerinin rencide
edilmesine izin vermediler. Gayri müslimlerle yaptıkları anlaşmanın en temel
metni “Lehüm mâ lenâ ve aleyhim mâ aleynâ” idi. Yani haklarımız hakları,
vazifelerimiz vazifeleri olacaktı.
Bir yahudinin dilenmekte olduğunu
görmüştü. Sordu:
“-Niye dileniyor, yüzsuyunu
döküyorsun?” Cevap verdi:
“-Ben yaşı ilerlemiş bir adamım,
bakacak kimsem de yok. Ne yapabilirim ki?”
Bu cevabı alan Ömer, derhal o yaşlı
gayrimüslime ölünceye kadar yeterli miktarda nafaka bağlanmasını emretti.
Anlatıldığına göre bir defasında Pers
(İran) hükümdarı -ki Kisra derlerdi- müminlerin emiri Hz. Ömer’e bir mektup
iletmek üzere bir elçi göndermişti. Elçi Medine’ye varınca Halifenin sarayını
sordu. Adamın biri elçiye küçük bir evi işaret etti. Elçi hayret etmişti;
görkemli bir saray beklerken hiçbir gösterişi olmayan, toprak damlı sade bir
evle karşı karşıyaydı. Medine’nin sıradan evlerinden biriydi. Kisra’nın sarayı,
sarayda ihtişam, tahtı, askerler, muhafız alayları, nöbetçiler, teşrifatçılar…
bunlardan hiçbiri yoktu. Şaşkınlıkla eve yaklaştı ve Ömer’i aramaya başladı.
Evinin hemen yanı başında bir ağacın altında uyuyorken buldu. Yanında ne bir hizmetçi
ve ne de bir muhafız vardı. Elçi Ömer’in başı ucunda dikildi, şaşkın şaşkın
onun içinde bulunduğu huzur ve sükuna hayran kaldı ve dudaklarından şu sözler
döküldü:
“-Adaletle hükmettin, halkına huzur
verdin, bu huzur ortamında sen de huzur buldun, tatlı tatlı uyursun, ya Ömer!”
Evet, huzur ve sükunumuzu başkalarının huzur
ve sükununda aramak.
İşte bütün mesele bu! Bunu
başaranlar, ödüllerini peşinen hemen burada alıyorlar. Başaramayanlar ise bir
ömür boyu huzuru arıyorlar, ama yanlış adreslerde aradıkları için bir türlü
bulamıyorlar.
Binlerce ah al, binlerce gönül yık,
binlerce masumun kanını akıt, tertemiz namusları kirlet, yetimin elinden
lokmasını al, işçinin alın terini sömür, kan emicilere taş çıkartacak
hünerlerle insanların kanını em, kurduğun kirli dolaplarla insanların elinde
avucunda ne varsa sen kendi havuzuna akıt… ondan sonra da huzur bekle, güven
bekle. Yok öyle şey.
Her şeyin bir bedeli var. Huzurun da
güvenin de. O bedeli ödemeyen Kisralar, Firavunlar, Nemrutlar, Tağutlar,
Âhiller, Kağanlar, Sultanlar, İmparatorlar, Monarklar, Diktatörler… Ömer’in
toprak damlı evinin yanı başında bir ağacın altında muhafızsız, bekçisiz uykuya
dalamazlar. Onun bu uykudan aldığı huzuru saraylarında bulamazlar.
Selam sana ey Ömer! Toprak üzerinde
uyuyan koca Ömer!
Haksızlara karşı salladığın kılıçtan
etkin kamçınla bin kere var ol! İnsanlık ufkunda çok yaşa!
11.09.2012
GARİBCE
Ayaklarının tozu olsak... Rabb'imiz bizleri affeyleye...
YanıtlaSilHz. Ömer'in ihtiyar yahudiyle ilgili tavrı beni etkiledi... :-)
YanıtlaSilselamlar sayın Mehmet Hocam. İsmail Taşpınar