(Köyden İnen Bir İmam Hatipli Gözüyle)
Efendim! İmam hatipler için herkes bir şeyler söylüyor. Aslında Garibce de bir yazısında söz etmişti. Ama gene ele alma gereği duydu.
Ahmed Emin’in kitaplarından birinde okumuştum, şu anda yerini hatırlamıyorum. Ama oldukça yerinde bir tespitti. O şöyle diyordu:
Bizim edebiyatımız (literatür) iki kısımdır. Birincisi ve ekser olanı tabakât türü kitaplardır. Bunları okuduğunuz zaman geçmiş eslafın tümünün âlim, âbid, takî, veri’, veli, şehid, seyyid… gibi ne kadar olumlu sıfat varsa hepsine sahip kimselerden teşekkül ettiğini düşünürsünüz. Sanki her biri ahlak ve fazilet semalarında kanat çırpıyor, ilim ve hikmet deryasından kana kana içiyor, kimi göklerde uçuyor, melekler onlara gıpta ediyor, kimi denizlerde yürüyor, kimi tayy-ı zaman ve mekanla zamana ve mekana hükmediyor… Aklınıza gelecek ne kadar güzel haslet varsa hepsi bunda ya da şunda mevcut bulunuyor. Haliyle onlar insanlık ufkunda rol model olmaya elverişli bir hal alıyorlar ve bizim daha iyi, daha faziletli insan olmamız için bize yukarılardan işaretler ediyorlar, kulağımıza fısıldıyorlar, imdadımıza koşuyorlar… Bütün bunların sonucunda insan, böyle bir eslafa sahip olmanın heyecan ve gururunu yaşıyor.
Fakat bir de başka bir edebiyatımız var ki, el-Cahız’ın (Ebu Osman Amr b. Bahr b. Mahbub el-Cahiz el-Kinani, ö. 868) el-Hayevân, el-Buhelâ; İsfahanî’nin (Ebü'l-Ferec Alî b. el-Hüseyn b. Muhammed b. Ahmed el-Kureşî el-İsfahanî, ö. 356/967) el-Egânî adlı eserleri türünden kitaplar bu kabildendir. Onları da okuyanlar sanırlar ki bizden önce geçenler meğer hep hırsız, arsız, uğursuz, zinakâr, dünya ve şehvet perest imişler, işleri güçleri oyun ve eğlence, işret alemi imiş, hayatlarında her türlü gayrimeşru ilişkiler, fiil-i şenîler varmış…
Bunları okuyunca da insanın geçmişe haliyle saygısı kalmıyor, yersiz biçimde kendisine olan özgüveni artıyor, meğer kendisinin zemzem ile yıkanmış, melek gibi birisi olduğu vehmine kapılmaya başlıyor…
Biz oldum olası hep sayfanın aynı yüzünü okuma heveslisiyizdir. Okuduğumuz kitaplar hep menâkıp kitapları, hep tabakat kitapları… Bunun sonucunda her biri göklere çıkarılmış yıldızlar mesabesinde olan bu yüce insanlar gibi benim de olabilmemin neredeyse imkânı kalmıyor. Onlar nerede, bizim gibi abd-i acizler nerede!
Çok iyi hatırlıyorum Ahmed Muhtar Büyükçınar hocam, Haseki’de iken anlatıyordu ve bize heyecan vermeye çalışıyordu. Birimize “İşte şöyle olacaksın, böyle olacaksın yarının Ebu Hanifesi sen olacaksın…” demişti de arkadaşın cevabı “Estağfurullah, Hocam!” demek olmuştu. Hoca da kendine has gülüşüyle o talebe arkadaşa takılmış ve “Bak! Bak! Ebu Hanife gibi olmak istemiyor! İnşallah diyeceği yerde Estağfurullah diyor!” demişti.
Nasıl isteyebilirdi ki… İmam Ebu Hanife normal bir insan değildi, o asla erişilemeyecek göklerde bir yerde idi. Dolayısıyla onun gibi olabilmek, onun gibi topluma yön verebilecek ve toplumun sorunlarını çözebilecek bir kimse olmak, onun imkân dünyasında asla yeri olmayan bir müstahildi. Hocanın bu temennisi ademi imkâna talik gibi bir şeydi ve böyle bir temenniye “Estağfurullah!” demek en güzel ve yerinde bir cevap oluyordu. Eğer hocaya saygısı olmasaydı belki de hocanın kendisiyle eğlendiğine hükmedecekti.
Biz bir insanı iyi bildik mi artık o hep iyi olmaya mahkumdur. Asla yanlış yapamaz, yaparsa üzerini bir kalemde çiziveririz.
Birini de kötü bildik mi o da artık hep kötü olmak durumundadır, iyi bir şey yapamaz, yaptıysa mutlaka bir hinliği vardır, altında behemehal bir çapanoğlu (bu da kim ise) aranır.
Oysa biz topraktan ve sudan yaratıldık. Mayamız salt iyi de değildir, salt kötü de! Bizim değerimizi ortaya koyan şey yapıp ettiklerimizdir. O zaman doğru ölçüt iyi insan ya da kötü insan yok; iyi yapan ya da kötü yapan insan vardır, şeklinde olmalı. İnsanın her ikisine de yatkın olduğunu Allah da peygamberi de hep söylüyor. İşte Adem babamız ortada. Yanlış yaptı, azar işitti. Tövbe etti, iyi şey yaptı, arkası sıvazlandı, insanlığın atası oldu. Arkasının sıvazlanmasının bir neticesi olarak zamanı gelince varlık alanına çıkan bizlerin ise hem iyiye hem de kötüye yatkınlığımız aynı şekilde devam ediyor. İyi şey yaptık, aferini hak ettik. Kötü şey yaptık, cezasını hak ettik. Efendim o “Lâ ilâhe illallah” dedi ve iyi insan oldu. Bundan sonra o her ne yaparsa (haltları da dahil) o iyidir, filanca ise kötüdür. Bundan böyle o da her ne yaparsa (yaptıkları iyi şeyler de dahil) o kötüdür. İyiler cennette, kötüler cehennemde olacaktır.
Bu formülü Garibce bir türlü havsalasına sığdıramıyor. Bu kabilden elde edilen sonuçları hangi sağlamaya vurduysa doğru bir sonuç çıkaramıyor.
Allah buyuruyor ki: “Kim zerre kadar hayır yaparsa karşılığını görecek, kim de zerre kadar şer işlerse karşılığını görecek!”
Allah, kategorik olarak insanları iyi kötü diye değil, yapıp ettikleriyle değerlendiriyor. Bu iyilik yapa yapa insanın iyilik kesilmesi, kötülük yapa yapa da kötülük kesilmesi gibi bir sonuca da mani değildir. İnsanın “Muhsin” olması bu anlamda olmalıdır. Yapıp ettiklerinden sarfı nazarla “Haza Muhsin”, “Haza Facir” şeklindeki bir ayrım doğru olmaz.
Garibce İmam-Hatipleri de böyle değerlendiriyor. Bu okullarımıza gelen insanlar süzme iyi insanlar değiller, aynen diğer okullarımıza giden öğrencilerimiz gibi. Dolayısıyla bunlar süzme iyi, öbürleri de süzme kötü değillerdir. Her biri iyi de yapabilirler, kötü de! Nitekim öğrencilik yıllarımız boyunca hepimizin şöyle ya da böyle yaptığımız kötü işlerimiz ve hatta alışkanlıklarımız olmuştur. Bugün koca koca adamlarımızın o günlerde neler yapabildiklerini söylesek kimse inanmaz, kendi yaptıklarımızı hatırlasak gülümseriz, bazen yüzümüz kızarır. Bütün bunlar bizlerin insan olmasının en tabii tezahürleridir.
Bizi bir anlamda kendisine siper etmek üzere yanına alan ve kız tavlamaya çıkan Bursalı Azizlerimiz, güzel ve yanık sesiyle kızlara hava atan Muhsinlerimiz hep olmuştu. Sigara meretine müptela olanlarımız –çoğu köyden gelen çocuklar olmak üzere- hiç de az değildi. Tavla oynamak için okulu asan ve Kayseri’nin Sivas otelinde şehre hasta getirmiş kendi köylülerine yakalananlarımız eksik değildi. Bunlar da ne ki? Belki daha büyük yanlışlar yapanlar vardı. Daha muhtemelen ikinci sınıftayken bizim Çeralağan’dan adını hatırlamadığım bir arkadaş orta okuldan bir kızı tavlamış ve güpegündüz alıp kaçırmıştı. Akıbetleri ne oldu bilmiyorum. İmam Hatibin ilk açıldığı yerlerde yaşı bir hayli ileri olan arkadaşlar okula yeni başlarlardı. Develi’de de durum öyleydi. Ben on bir yaşındaydım ve içimizde sırık gibi koca koca ergen adamlar vardı. Upuzun Seyit Ahmet’e hoca Söğüt Ahmet diye takılırdı. Onların belli ki her bir şeye akılları eriyordu. Ne yapsalar yeriydi.
Ama şu da oluyordu. Her geçen gün ve yıl bizler biraz daha kendimize geliyorduk. Davranışlarımız daha yerli yerinde oluyordu. Daha bir duruluyorduk. Buna elbette ki hocalarımızın büyük katkısı oluyordu. Ama en az bu kadar da halkın üzerimizdeki tarassudu ve beklentisi bizim şekillenmemizde belirleyici oluyordu. Düşünün şimdi, köydesiniz ve on dört on beş yaşlarında yeni yetme deli dolu bir yaştasınız. Ama Halil Çavuş, Ökkeş Ahmet, Kadir Ağa… gibi köyün aklı yeterlerinin, ak sakallılarının gözleri hep sizin üzerinizde, sizi görünce koca koca adamlar ayağa kalkarlar ve size saygı gösterirler, bütün bütün kaçamazsınız ya, meclislerine yakalandığınız zaman sizi başköşeye oturturlar, namaz kılarken sizi öne sürerler. Cuma kılınacak köyde imam yok, Kıpız’a doğru bir İmam Hatiplinin gittiğini görmüşler, ona haber salmışlar, aslında Cuma namazını kılmaya niyeti de olmayan o genci getirtip bir emri vaki ile cumayı kıldırtmışlar… Ve o kişi sizsiniz. Yani kaçmak isteseniz de zoraki kılmak ve kıldırmak durumundasınız. Köyde her erişkin çocuk gibi beri benzer giysiler bile giyemediğinizi, bir yanlış yapsanız ağabeyinizin “Sizi okutan hocalara” diye sövüp saymaya başladığını … düşünün. Bütün bunlar en az okuldaki hocalar kadar bizim davranışlarımız üzerinde etkili oluyordu. Okulda bir inanç olarak öğrendiğimiz omzumuzdaki meleklerin kayda aldığı kameralarından –gerçi o zaman daha kameraları yoktu hâlâ defter tutuyorlar ve yazıyorlardı-, hep “biri bizi gözetliyor”un gözleri daha etkili oluyordu ve bu asla bir oyun değildi, hayatın ta kendisiydi.
O zamanlar İmam Hatip Okulları diğer orta ve lise okullarında olduğu gibi kasket giyiyorlardı. Ancak onların kasketlerinin şeridi beyaz oluyordu. Beyaz kir götürmezdi. Sizin imam hatipli olduğunuzu sade siz değil, insanlar da biliyordu. Ve halkımızın İmam hatipliden beklentisi diğerlerinden farklıydı. O, yaşça küçük olsa da onun yolda büyük olarak önüne düşmesini ve kendisine rehberlik (imamlık) yapmasını istiyordu ve dolayısıyla ondan o beklentisine uygun bir olgunluk bekliyordu. Kendi yanlış yapsa da o yapmamalıydı. Bütün bunlar bizim üzerimizde olumlu etki bırakıyordu. Bu havayı ağır bulan arkadaşlarımızın bir çoğu ilk yıllardan itibaren okulu terk ediyordu. Biz sekiz kişi başlamış ve iki kişi ancak mezun olabilmiştik. Bunların bir kısmı iktisadî imkânsızlıklar sebebiyle oluyordu ama bir kısmı da denizin hır hışı dışarı atması gibi kendini dışarıda buluyordu. Dolayısıyla başlangıç itibariyle esasen diğer öğrencilerden fazla farkı olmayan İmam Hatip öğrencileri zaman içinde ister istemez farklılaşıyordu. İrşad faaliyetlerine götürülüyorduk. Oralarda vaaz ediyor, namazlar kıldırıyorduk. Özellikle köylerde bunu hep yapıyorduk. İnsanın başkaları için söyledikleri sözler, kendisini de etkiliyor. Söylediklerine inanmaya ve zaman içinde de içselleştirmeye başlıyor. Ben bunu şimdilerde kendi halimden de biliyorum. Vaaz ettiğim günler, kendimi daha durgun ve sessiz buluyorum. Belli ki söylediklerim, kendi özüme de etki ediyor.
Hasılı kelam, İmam Hatipler iyi ki vardı. Eğer olmasaydı şu anda ülkenin kaderine hükmeden zevatın bir çoğu da dahil olmak üzere en başta da benim gibi Garibce’lerin çoğu okuyamazdı. Ben muhtemelen ya sıvacı ya da boyacı olurdum. Çünkü ailenin önden gidenleri öyleydi.
Bu arada devlet yatılı imkanlarının da aynı şekilde hayırla yad edilmesi gerektiğine inananlardanım. Şu anda köyümüzden okumuş ve yetişmiş kaç kişi varsa bunların hepsi de bu imkânlarla okuyabilmiştir.
Bu okullarımız halkımızın çocuklarını okutma isteğini uyandırmıştır.
Bu okullarımız, halkın devletle olan alakasını iyileştirmiştir.
Bu okullarımız, halkımızın yeri geldiğinde, istediğinde ve inandığında neler yapabileceğini göstermiştir.
Şimdi bu okullarımızdan mezun olan bizlerin halkımıza vefa borcumuzu ödeme sırasıdır. Onlar hâlâ cahilse bu bizim ayıbımızdır. Onlar hâlâ bilgi ve hikmetten yoksunsa kabahati kendi özümüzde aramamız lazımdır.
Onlara saygı duymak ve onların din ile olan bağlarını güçlendirmek bizim birincil vazifemizdir. Bunu yaparken onları hayattan koparmak ve işlerini zorlaştırmak gibi bir sonuca ulaştıracak adımları asla atmamak ilkemiz olmalıdır.
Zoru herkes söyleyebilir, önemli olan kolay olanı söylemektir, ama doğruyu eğip bükmeden. Hikmetlice söylemektir. Halkın irfanına kulak vermektir.
Düğünlerinde, cenazelerinde yanlarında olmaktır.
Her an onların yanlarında olduğumuzu davranışlarımızla ortaya koymaktır. Vaktiyle biz onların bakışlarından çekinerek yanlış yapmaktan uzak kalmıştık, şimdi ise onlar bizim gölgemizden, varlığımızdan, ağırlığımızdan, yanlarında olmamızdan dolayı doğrudan ayrılmasınlar. Hak yolda elbirliği ile ilerlemeye devam edelim. Edelim de hayır namına artık cami ve imam hatip yapmanın değil, ihtiyaç ne ise onu yapmanın yerine göre umumi bir hela yapmanın bir cami yapmadan, bir sanat okulu yapmanın bir kuran kursu açmaktan daha hayırlı bir iş olabileceğini hep birlikte kavrayalım ve hikmetin gereği her ne ise öyle davranalım.
Bu okullarımızı açan ve tüm halkımıza mal eden ilk hocalarımıza ve emeği geçen, katkıda bulunan herkese Allah engin rahmetiyle, lütfüyle muamele etsin!
Dua ile!
21.09.2012
GARİBCE
Kıymetli hocam. Yazınızı zevkle ve katılarak okumakla birlikte şu hususa dikkat çekmek istiyorum. "Efendim o “Lâ ilâhe illallah” dedi ve iyi insan oldu..." cümlesi ve devamındaki ifadeler, imansız/müslüman olmadan cennete gidilebilir mi tartışmasını gündeme getirebilir. Malum böyle bir tartışma ortamı ve tarafları bulunmaktadır.
YanıtlaSilherdogan38@.
YanıtlaSilNefis bir tahlil Garibce'den..İki hafta önce hafta sonu Kütahya-Gediz'e gittim. 97 yaşında,zamanla bağrına basarak besleyip büyüttüğü çocukların yuvadan uçarak gittiği ve can yoldaşını da kaybettiği kocaman evde,gözü görmez,dizi tutmaz,kulağı duymaz bir şekilde Ağustos'ta soba yakarak ısınan acûze,ama imanın süslediği,ibadetin güzelleştirdiği öpülecek el'e sahip bir anneyi ziyaret ettik..Zoraki anlşarak konuştuğumuz bu ninemizin bir sözü çok etkiledi beni..'dünyanın önü değil,sonu önemli imiş..Allah imandan ayırmasın,dipte yatırıp kapı pencere baktırmasın...' dedi..Gayet mütevekkildi,dayanacak birini bulmuştu..
Bunu niçin anlattım,bilmiyorum ama,bildiğim İmam-hatip neslinin,Anadolu insanının iman ağacı olduğudur.
Tahlilinizde belirttiğiniz ilk okulda icra ettiğimiz bir proğram dönüşü,Halil Çavuş'un,'..evladım,nedir bu haliniz?İmana kitaba sığmaz nutuklarınız..'kabilinden bir şeyler diyecek olmuştu da ben'..Sizin gibi gericileri asıp kesmedikçe bu millet kalkınmaz..diyerek adamın lafını ağzına tıkmıştım da,adam neye uğradığını şaşırmıştı..Gün geldi bu Garip de İmam-hatib'e gitmiş,on beş tatilde 'hoş geldin'e gelen bu adamların elini öpmek istediğinde ..'estağfirullah evladım..'diyerek elini vermek istememişlerdi..İlk okulda aldığım eğitimle kellesini kesmek istediğim kişilerin şimdi saygıyla elini öpmek istiyordum..Ne olmuştu ki..?Sadece bir iki yıl içinde cereyan ediyordu bunlar..Ben sadece ilk okuldan sonra yatılı olarak İmam-Hatib'e gitmiştim o kadar...Bendeki bu değişikliği babam merhuma hep anlatmıştı adamcağız..Demek ki imam-hatip bu necip milletin ruh köküne bağlılıkmış..Hepsine rahmet olsun...
Nefis bir tahlil ve üzerine nefis bir yorum...
YanıtlaSilAllah razı olsun hocam. Ben de köyden gelmiş ve yatılı okumuş biri olarak bu duygu ve düşüncelerinizi aynen paylaşıyorum.
YanıtlaSil