27 Eylül 2012 Perşembe

Geleneği olmayan bir din olur mu?


 

Geleneğe savaş açanlar illaki Kur’an diyorlar. Hiçbir şey okumadan Kur’an okuyun, bir kere, beş kere, on kere… ama Kur’an’dan önce başka bir şey okumayın. Çünkü başka şeyleri okuyarak işe başlarsanız, bu kez bir de o okuduklarınızın etkisini zihninizden kazımak için çaba göstermeniz gerekir… iddiasını dillendiriyorlar.

Bu iddia vehlei ûlâda doğru gözükebilir.

Her şeyden önce bu iddia Kur’an’ın bizim kitaplarımız gibi bir kitap olduğu önkabulüne bağlıdır. Oysa Kur’an, sözdür, k elamullah’tır. Olaylara muvazi olarak Hz. Peygamber’in kalbine indirilmiş, onun ağzı ile de biz insanlık dünyasına mal edilmiş ilahî bir mesajdır.

Kur’an ya bir sorunun cevabıdır, ya zamanı gelmiş bir emrin ifadesidir, ya ibretlik bir kıssanın anlatılmasıdır. Aklı değil, kalbi önceleyen bir hitap şeklini esas alır. Akla yönelik hitaplar gibi görülenler de dikkatlice bakıldığında esasen kalbe yönelik olduğu anlaşılır. “Akletmez misiniz!” derken bile kastedilen “Senin bu yaptıkların delikanlılığa uyar mı” şeklindeki bir hitap tarzıdır. Benzer olayların tekrarıyla, ayetler de tekrar edebilir. Kıssalar gibi. Ancak bunlar her bir defasında vurgulanmak istenen hususa göre farklı anlatılmış olur. Bir yerde zikredilen, öteki yerde zikredilmemiş olabilir.

Kur’an, tedrîcilik içerir. Bunun tabii bir sonucu olarak onda kolaydan zora doğru, eskilerin belli bir süre korunup sonradan ortadan kaldırılması şeklinde ilk bakışta bir kitap için çelişki sayılabilecek türden açıklamalar olur. Dolayısıyla onu bir kitap gibi okuyanlar, her bir ayeti kendi bağlamını dikkate almadan, ilk muhataplarının anlayışlarını kale almadan kendi aklınca ve dil becerisi ölçüsünde anlamaya kalkışınca içinden çıkılamaz durumlar meydana gelir veya çelişkilerden bahsedilir ya da Allah’ın hesap, tarih bilmediğinden dem vurulur…

Dinler, peygamberler eliyle varlık bulur. Peygamberler de kendilerine indirilen kitaplar ile yönlendirilir. Peygamberler, kitapların hem ilk muhatapları, hem tebliğcileri, hem öğretici ve açıklayıcıları, hem de uygulayıcılarıdırlar. Bu itibarla peygamberi kale almadan o peygamberin getirdiği bir kitabı dikkate almak ve o din namına sadece o kitapla yetinmek iddiası, zeminsiz bir bina kurmaya yeltenmek gibi bir anlamsız çabanın içine girmek demektir. Musasız bir Musevilik, İsasız bir İsevîlik ve Muhammedsiz bir Muhammedîlik… Bu olmaz. Hem peygamberler Allah’ın peygamberleridirler. Bunlar arasında bir rekabet mi var ki, Allah’ı peygamberinden ayırmaya kalkışıyoruz.

O itibarla Kitaba nispetle Hz. Peygamber’in konumunu ve ilk muhatapların anlayışını esas almak ve bu anlayışı sürdürmek gerekir. Gelenek denilen şey de esasen budur. Yani Hz. Peygamber kendisine indirilenden hareketle bir çaba içerisine girmiş, insanları Hak yola davet etmiş, kendisine indirileni duyurmanın yanında onun nasıl anlaşılması gerektiğini açıklamış, uygulamaya koymuş, gerekli boşlukları doldurma yoluna gitmiş ve kendisinin yaptığı şeyi kıyamete kadar sürdürme yetki ve sorumluluğunu da ulemaya bırakmıştır. Ulema veresetü’l-enbiyâdır. Bu itibarla da son derece önemli bir zümredir. Ülülemr onlardır. zamanla ümera ve ulema diye ayrılmış olmaları bir tür iş bölümü olarak görülebilir. Ulema dinin nasıl anlaşılması gereğini ortaya koyar, ümera da o doğrultuda insanları yönetir. Her iki zümre de aynı Kitab’a bağlıdır. Kitabın nasıl anlaşılacağı konusunda gelenek (bir kurum olarak sünnet, icma) belirleyici olur.

Geleneği kötü bir şeymiş gibi öcü gösterip, bunca insanî kazanımları yok sayıp sanki Kur’an kendisine iniyormuş gibi Kur’an’ı anlama çabası içinde olma iddiasıyla yola çıkanlar, Kur’an’ın Arabî olarak bir kez nazil olmuş olduğunu, nüzul sürecinin yirmi üç senelik sürenin bitimiyle bittiğini, her bir nüzul için de bir bağlamının olduğu gerçeğini göz ardı ederler. Dolayısıyla bağlamından koparılmış, ne için, hangi amaçla nazil olmuş olduğu kale alınmadan sanki bugün bize iniyormuş gibi okunduğu zaman Kur’an’ın bizim her istediğimizi söylememesi için hiçbir sebep yoktur.

Bir başka ifade ile, bu anlayışla bugün bana inmiş olan Kur’an’ın on beş asır önce Hz. Peygamber’e inmiş olan Kur’an’ın aynısı olduğunu iddia etmek artık imkansız olur.

Yalın bir sözün pek çok anlamı olabilir. Ama bağlam dikkate alındığında kelam içindeki sözün tek bir evet sadece tek bir anlamı olur.

“Kapıyı ört!” sözcüğünün muhtemel anlamlarını tasavvur edelim: Kapıyı ört cereyan yapmasın; Kapıyı ört, bizi kimse duymasın; Kapıyı ört gürültü gelmesin; Kapıyı ört soğuk gelmesin; Kapıyı ört klimanın serinliği kaybolmasın; Kapıyı ört yediğimiz yemeğin kokusu başkalarınca duyulmasın…

Bağlamını dikkate almadığınız zaman aynı söz bu yalın haliyle pek çok anlamı içermiş olabilir. Ama gizli bir şeyler konuşuyorsunuz ve yanınızdaki kişiye “Kapıyı ört!” demişseniz bunun artık tek bir anlamı vardır. Bunu belirleyen bağlam olmaktadır.

Kur’an’ı sahabe daha iyi anlıyordu, çünkü olayların bizzat içindeydiler, hangi ayet hangi olay üzerine inmişti, hangisi önce hangisi sonraydı, hangisi, hangisini tahsis etmekteydi… bunları bildikleri için tümüyle İslam ümmeti onların anlayışını önemsedi, diğerleri için asla söz konusu olmayan bir mevkii onlara tanımış oldu. Bu ayrıcalık sadece onların daha sonrakiler için söz konusu olmayan özellikleri sebebiyle idi.

Salt Kur’an her yana çekilebilecek, kendisine her anlam yüklenebilecek bir metin olabilirdi. Ama Sünnetin içkin olduğu bir Kur’an anlayışı, sünnetin Kur’an’ın ete kemiğe bürünüp görünür olduğu gerçekliğin adı olduğu kabulü, her şey yerli yerine oturtacak, hiç kimse sözleri –belli bir bağlamı olduğu ve o bağlamı içinde de anlamı tek olduğu için- istediği şekilde sündüremeyecek, istediği anlamı ona yüklemeye çalışamayacaktır.

İşte bu gerçeklikten haberdar olan Hz. Ali, haricilerin hakem olayı ile ilgili attıkları sloganlar için “Kelimetü hakkın ürîde bihâ’l-bâtıl= Söyledikleri söz doğru ama onu bâtıla âlet etmektedirler” demişti.

Yine o Haricîler ile müzakereye gönderdiği İbn Abbâs’a “Sakın onlara Kur’an’dan delil getirme. Çünkü Kur’an farklı anlamlar taşır. Buna sebep onlar senin lehinde kullandığın delile kendi lehlerinde anlamlar yüklemeye yeltenebilirler. Sen onlara uygulamadan (sünnetten) delil getir!”[1] demişti.

Peygamberin, sahabenin ve onların açtığı yoldan giden kimselerin anlayışlarını esas alan bir anlayışı sürdürmeye biz gelenek diyoruz. Sünnet ve icma geleneğin en güçlü kurumlarındandır. Devamlılığı sağlamanın yegane teminatı bu geleneği sürdürmektir. Bu aynen bir ırmağın her an taze su ile akması gibi bir şeydir. Bugün bir ırmak kendi öz yatağında binlerce senedir akıyor diye hiçbir tazeliğini kaybetmiş olmuyor. Onun tazeliğini kaybettiren şeyler onun kendi öz mahiyeti değil, yatağa sonradan sokuşturulamaya, katıştırılmaya çalışılan harici şeylerdir. Bunun dindeki adı bidattir: Gelenek korunduğu sürece bidate mahal olmaz. Çünkü mevcut kurumlarıyla din kendi kendisi korur. Ama gelenek yok edildiği zaman herkes din adına kendi anlayışını ikame etmeye yol bulabilir. Bunun sonucunda da bidatler alır yürür. Artık din adına tek bir mahiyetten bahsedilemez, herkesin anlayışının din olarak lanse edildiği kaotik bir ortam ortaya çıkar.

Söz gelimi Kur’an’da “İnne’s-salâte kânet ale’l-mü’minîne kitâben mevkûte” buyrulmaktadır. Bugün ben salt dilden hareketle, “Efendim, salât kelimesi dilde dua, niyaz, yakarış gibi anlamlara gelmektedir. Bu itibarla benim anlayışıma göre İslâm’ın salât emri aslında dua ve niyaz demektir. Biz ise zaten zikr-i daim üzereyiz…” şeklinde kendimce bir çıkış yapabilirim.

Dilden hareketle bunu söyleyebilen ben geleneği dikkate aldığım zaman söyleyemem. Neden? Çünkü: Gelenek diyecek ki: Bu kitap bir kere sana indirilmedi. Belli bir zaman ve mekân içinde belli bir bağlamda Hz. Peygamber’e indirildi. Öyle ise önce Hz. Peygamber bundan ne anlamış, ilk muhataplar ne anlamış ve uygulama nasıl olmuş bunları görmeden, salt dilden hareketle bu tür çıkarsamalar yapamazsın. Ha yaparsın, ama yaptığın Hz. Peygamber’in bize bildirdiği din olmaz, olsa olsa kendi anlayışının dini olur. Zaman içinde senin otoritene inanan çıkar ve arkandan gelenler olur, senin adınla yeni bir din daha çıkar. Her anayoldan çıkanlar gibi onlardan biri de sen ve senin ardından gelenler olur.

Kur’an, herkesin kendi istediğini söyletebileceği bir kitap değildir. Kur’an her şeyi söyleyen bir kitap değildir. Çünkü her şeyi söyleyen aslında hiçbir şey söylememiş olur. Oysa biz biliyoruz ki Kur’an bir şey söylemek için geldi. Onun asıl amacı insanları Hakka hidayet etmektir. Bunun için de bir örneklik gerekti. O örneklik Hz. Peygamber idi. Onun ve ashabının ve ardından onların yolundan gidenlerin tümünün bu kelamı anlayışlarına baktığımızda onlar salatı “belli şart ve rükünleri olan özel bir ibadet” şeklinde anlamışlardır. Gelenek, “madem öyle sen de aynı şekilde anlayacaksın” diyor ve dolayısıyla nassı farklı yorumlara kapamış oluyor. Buna rağmen bir şeyler söylemeye kalkışanlar oluyorsa onları da ehl-i bidat olarak niteliyor ve şaz olduğu için sözlerine itibar etmiyor.

Bu durum, geleneğe aykırı olmayan yeni yorumların yapılmasına ve dinî anlayışın her an için günceleştirilmesine de mani teşkil etmiyor.

Dua ile!

27.09.2012

GARİBCE



[1] شرح نهج البلاغة - (18 / 71) (77) ومن وصى) له (عليه السلام) لعبد الله بن العباس أيضا لما بعثه للاحتجاج على الخوارج : لا تخاصمهم بالقرآن فإن القرآن حمال ذو وجوه ، تقول ويقولون ...ولكن حاججهم بالسنة ، فإنهم لن يجدوا عنها محيصا .
 

4 yorum:


  1. Anar Qurban: Hocam cok guzel izah etmissiniz, o zaman sunu da demek mumkunmudur ki, ayetlerin tasidiklari anlamlar veya hukumler hakkinda nazil oldugu olaylarla sinirlidir, yani digerler olaylari kapsamasi imkansizdir. Mesela, meshur bir kaide vardır "sebebin hususiligi hukmun umumiliyine mani degildir" kaidesi bu dusunceye gore dogru degildir, diye bilir miyiz?

    Mehmet Erdoğan: Aynı anlamı taşıdığı sürece giittiği yere kadar götürmek, durduğu yerde aynı anlam için yeni imkanlar devreye sokmak. Bu Ulemanın yapacağı/ yapması gereken bir şeydir. Dönüştürmeyi naslar kendileri yapamaz, onu biz insanlar yapmak durumundayız. Ulema işte onun için peygamber varisleridirler.

    YanıtlaSil
  2. Fatma Günaydın: Çok Haklısınız.İHL son sınıftaki bir öğrencim meal okuduğunda büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını söylemişti. Muallimsiz talim.... hele bu alanda çok tehlikeli

    YanıtlaSil
  3. Hcm yazınız güzel.. ama şöyle bir sıkıntısı var günümüz Müslümanlarının... vahyi biz o tedricilikle almadık.. bize kitap inmiş oldu.. ve elimizdeki Mushaf vahyin iniş sıralamasına uymuyor.. dolayısıyla kuranı tabiri caizse "cümleten vahideten/tek cümle" olarak okumak durumundayız.. kuranı bağlamıyla doğru anlamak için ise, muhakkak ve mutlaka bence şu yapılmalı: kuran vahiy sırasına göre sıralanacak her hadis hangi ayetten sonra varid olmuşsa o eklenecek, arasına da islam tarihi ve nüzul sebebi konarak yeni bir kitap oluşturulacak.. çok da uzatılmayacak... böyle bir kitap oluşturulursa o zmn vahiy sürecindeki o tedriciliği biz de yaşayabilirz gibi geliyor ve kuranı daha doğru anlarız..

    YanıtlaSil
  4. hocam bir de Edip Yüksel diye sözüm ona bir alim var.. sünneti, hadisi, buhariyi fln inkar ediyor, ağır sözler söylüyor.. sadece kuran bize yeter diyor.. ve tam da sizin bahsettiğiniz gibi "salat"ı yani namazı "belli bir şekli ve zamanı olmayan dua, yakarış, ibadet" olarak görüyor.. maalesef eşimin kuzeni de bundan tamamen etkilenmiş.. şimdi edip yükselin mealini okuyor.. hiçbir tefsir veya hadisi kabul etmeden meal okuyor.. ayetleri kendi kafasında kavradığı şekliyle yorumlayıp duruyor..bir gün yine mesaj attı.. gönderdiği ayet maide 43..demek istediği de şu: peygamberin hiç bir tasarruf yetkisi yoktur.. Tevrat ya da kuran varken peygambere laf düşmez, onun işi postacılıktır".. hcm beni asıl şaşırtan ise şu oldu: hadi diyelim ki kuzenim cahil, mealden okuduğunu yorumluyor... fakat edip yüksel resmen ayeti yanlış çevirmiş.. onun çevirisi şu: "İçinde ALLAH'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken nasıl olur da ondan yüz çevirip de seni hakem yapıyorlar? Onlar aslında inanmıyor."... olması gereken çeviri şu:"Onlar Allahın buyruklarını ihtiva eden Tevrata sahip oldukları halde nasıl senden bir hüküm vermeni isterler ve ondan sonra da (senin verdiğin hükümden) yüz çevirirler? O halde böyleleri (gerçek) müminler değildir."... en ufak bir arapça bilgisi olan bile ayet metnindeki "sümme-minbadi zelik/sonra-bundan sonra" kelimelerinin edip yüksel çevirisinden çıkarıldığını bilir.. o yüzden akıllara "acaba edip yüksel böyle bir çarpıtmayı sırf peygamberi ve sünneti dışlamak için mi yapıyor" sorusunu getiriyor..

    YanıtlaSil

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...