Geleneğe savaş açanlar illaki Kur’an
diyorlar. Hiçbir şey okumadan Kur’an okuyun, bir kere, beş kere, on kere… ama Kur’an’dan
önce başka bir şey okumayın. Çünkü başka şeyleri okuyarak işe başlarsanız, bu
kez bir de o okuduklarınızın etkisini zihninizden kazımak için çaba göstermeniz
gerekir… iddiasını dillendiriyorlar.
Bu iddia vehlei ûlâda doğru
gözükebilir.
Her şeyden önce bu iddia Kur’an’ın
bizim kitaplarımız gibi bir kitap olduğu önkabulüne bağlıdır. Oysa Kur’an, sözdür,
k elamullah’tır. Olaylara muvazi olarak Hz. Peygamber’in kalbine indirilmiş,
onun ağzı ile de biz insanlık dünyasına mal edilmiş ilahî bir mesajdır.
Kur’an ya bir sorunun cevabıdır, ya zamanı
gelmiş bir emrin ifadesidir, ya ibretlik bir kıssanın anlatılmasıdır. Aklı
değil, kalbi önceleyen bir hitap şeklini esas alır. Akla yönelik hitaplar gibi
görülenler de dikkatlice bakıldığında esasen kalbe yönelik olduğu anlaşılır. “Akletmez
misiniz!” derken bile kastedilen “Senin bu yaptıkların delikanlılığa uyar mı”
şeklindeki bir hitap tarzıdır. Benzer olayların tekrarıyla, ayetler de tekrar
edebilir. Kıssalar gibi. Ancak bunlar her bir defasında vurgulanmak istenen
hususa göre farklı anlatılmış olur. Bir yerde zikredilen, öteki yerde
zikredilmemiş olabilir.
Kur’an, tedrîcilik içerir. Bunun
tabii bir sonucu olarak onda kolaydan zora doğru, eskilerin belli bir süre
korunup sonradan ortadan kaldırılması şeklinde ilk bakışta bir kitap için
çelişki sayılabilecek türden açıklamalar olur. Dolayısıyla onu bir kitap gibi
okuyanlar, her bir ayeti kendi bağlamını dikkate almadan, ilk muhataplarının
anlayışlarını kale almadan kendi aklınca ve dil becerisi ölçüsünde anlamaya
kalkışınca içinden çıkılamaz durumlar meydana gelir veya çelişkilerden
bahsedilir ya da Allah’ın hesap, tarih bilmediğinden dem vurulur…
Dinler, peygamberler eliyle varlık
bulur. Peygamberler de kendilerine indirilen kitaplar ile yönlendirilir.
Peygamberler, kitapların hem ilk muhatapları, hem tebliğcileri, hem öğretici ve
açıklayıcıları, hem de uygulayıcılarıdırlar. Bu itibarla peygamberi kale
almadan o peygamberin getirdiği bir kitabı dikkate almak ve o din namına sadece
o kitapla yetinmek iddiası, zeminsiz bir bina kurmaya yeltenmek gibi bir
anlamsız çabanın içine girmek demektir. Musasız bir Musevilik, İsasız bir
İsevîlik ve Muhammedsiz bir Muhammedîlik… Bu olmaz. Hem peygamberler Allah’ın
peygamberleridirler. Bunlar arasında bir rekabet mi var ki, Allah’ı
peygamberinden ayırmaya kalkışıyoruz.
O itibarla Kitaba nispetle Hz.
Peygamber’in konumunu ve ilk muhatapların anlayışını esas almak ve bu anlayışı
sürdürmek gerekir. Gelenek denilen şey de esasen budur. Yani Hz. Peygamber
kendisine indirilenden hareketle bir çaba içerisine girmiş, insanları Hak yola
davet etmiş, kendisine indirileni duyurmanın yanında onun nasıl anlaşılması
gerektiğini açıklamış, uygulamaya koymuş, gerekli boşlukları doldurma yoluna
gitmiş ve kendisinin yaptığı şeyi kıyamete kadar sürdürme yetki ve
sorumluluğunu da ulemaya bırakmıştır. Ulema veresetü’l-enbiyâdır. Bu itibarla
da son derece önemli bir zümredir. Ülülemr onlardır. zamanla ümera ve ulema
diye ayrılmış olmaları bir tür iş bölümü olarak görülebilir. Ulema dinin nasıl
anlaşılması gereğini ortaya koyar, ümera da o doğrultuda insanları yönetir. Her
iki zümre de aynı Kitab’a bağlıdır. Kitabın nasıl anlaşılacağı konusunda
gelenek (bir kurum olarak sünnet, icma) belirleyici olur.
Geleneği kötü bir şeymiş gibi öcü gösterip,
bunca insanî kazanımları yok sayıp sanki Kur’an kendisine iniyormuş gibi Kur’an’ı
anlama çabası içinde olma iddiasıyla yola çıkanlar, Kur’an’ın Arabî olarak bir
kez nazil olmuş olduğunu, nüzul sürecinin yirmi üç senelik sürenin bitimiyle
bittiğini, her bir nüzul için de bir bağlamının olduğu gerçeğini göz ardı
ederler. Dolayısıyla bağlamından koparılmış, ne için, hangi amaçla nazil olmuş
olduğu kale alınmadan sanki bugün bize iniyormuş gibi okunduğu zaman Kur’an’ın
bizim her istediğimizi söylememesi için hiçbir sebep yoktur.
Bir başka ifade ile, bu anlayışla bugün
bana inmiş olan Kur’an’ın on beş asır önce Hz. Peygamber’e inmiş olan Kur’an’ın
aynısı olduğunu iddia etmek artık imkansız olur.
Yalın bir sözün pek çok anlamı
olabilir. Ama bağlam dikkate alındığında kelam içindeki sözün tek bir evet
sadece tek bir anlamı olur.
“Kapıyı ört!” sözcüğünün muhtemel
anlamlarını tasavvur edelim: Kapıyı ört cereyan yapmasın; Kapıyı ört, bizi
kimse duymasın; Kapıyı ört gürültü gelmesin; Kapıyı ört soğuk gelmesin; Kapıyı
ört klimanın serinliği kaybolmasın; Kapıyı ört yediğimiz yemeğin kokusu
başkalarınca duyulmasın…
Bağlamını dikkate almadığınız zaman
aynı söz bu yalın haliyle pek çok anlamı içermiş olabilir. Ama gizli bir şeyler
konuşuyorsunuz ve yanınızdaki kişiye “Kapıyı ört!” demişseniz bunun artık tek
bir anlamı vardır. Bunu belirleyen bağlam olmaktadır.
Kur’an’ı sahabe daha iyi anlıyordu,
çünkü olayların bizzat içindeydiler, hangi ayet hangi olay üzerine inmişti,
hangisi önce hangisi sonraydı, hangisi, hangisini tahsis etmekteydi… bunları
bildikleri için tümüyle İslam ümmeti onların anlayışını önemsedi, diğerleri
için asla söz konusu olmayan bir mevkii onlara tanımış oldu. Bu ayrıcalık
sadece onların daha sonrakiler için söz konusu olmayan özellikleri sebebiyle
idi.
Salt Kur’an her yana çekilebilecek, kendisine
her anlam yüklenebilecek bir metin olabilirdi. Ama Sünnetin içkin olduğu bir Kur’an
anlayışı, sünnetin Kur’an’ın ete kemiğe bürünüp görünür olduğu gerçekliğin adı olduğu
kabulü, her şey yerli yerine oturtacak, hiç kimse sözleri –belli bir bağlamı
olduğu ve o bağlamı içinde de anlamı tek olduğu için- istediği şekilde
sündüremeyecek, istediği anlamı ona yüklemeye çalışamayacaktır.
İşte bu gerçeklikten haberdar olan
Hz. Ali, haricilerin hakem olayı ile ilgili attıkları sloganlar için “Kelimetü
hakkın ürîde bihâ’l-bâtıl= Söyledikleri söz doğru ama onu bâtıla âlet
etmektedirler” demişti.
Yine o Haricîler ile müzakereye gönderdiği
İbn Abbâs’a “Sakın onlara Kur’an’dan delil getirme. Çünkü Kur’an farklı
anlamlar taşır. Buna sebep onlar senin lehinde kullandığın delile kendi
lehlerinde anlamlar yüklemeye yeltenebilirler. Sen onlara uygulamadan
(sünnetten) delil getir!”[1]
demişti.
Peygamberin, sahabenin ve onların
açtığı yoldan giden kimselerin anlayışlarını esas alan bir anlayışı sürdürmeye
biz gelenek diyoruz. Sünnet ve icma geleneğin en güçlü kurumlarındandır.
Devamlılığı sağlamanın yegane teminatı bu geleneği sürdürmektir. Bu aynen bir
ırmağın her an taze su ile akması gibi bir şeydir. Bugün bir ırmak kendi öz
yatağında binlerce senedir akıyor diye hiçbir tazeliğini kaybetmiş olmuyor.
Onun tazeliğini kaybettiren şeyler onun kendi öz mahiyeti değil, yatağa
sonradan sokuşturulamaya, katıştırılmaya çalışılan harici şeylerdir. Bunun
dindeki adı bidattir: Gelenek korunduğu sürece bidate mahal olmaz. Çünkü mevcut
kurumlarıyla din kendi kendisi korur. Ama gelenek yok edildiği zaman herkes din
adına kendi anlayışını ikame etmeye yol bulabilir. Bunun sonucunda da bidatler
alır yürür. Artık din adına tek bir mahiyetten bahsedilemez, herkesin
anlayışının din olarak lanse edildiği kaotik bir ortam ortaya çıkar.
Söz gelimi Kur’an’da “İnne’s-salâte
kânet ale’l-mü’minîne kitâben mevkûte” buyrulmaktadır. Bugün ben salt dilden
hareketle, “Efendim, salât kelimesi dilde dua, niyaz, yakarış gibi anlamlara
gelmektedir. Bu itibarla benim anlayışıma göre İslâm’ın salât emri aslında dua
ve niyaz demektir. Biz ise zaten zikr-i daim üzereyiz…” şeklinde kendimce bir
çıkış yapabilirim.
Dilden hareketle bunu söyleyebilen
ben geleneği dikkate aldığım zaman söyleyemem. Neden? Çünkü: Gelenek diyecek
ki: Bu kitap bir kere sana indirilmedi. Belli bir zaman ve mekân içinde belli
bir bağlamda Hz. Peygamber’e indirildi. Öyle ise önce Hz. Peygamber bundan ne
anlamış, ilk muhataplar ne anlamış ve uygulama nasıl olmuş bunları görmeden,
salt dilden hareketle bu tür çıkarsamalar yapamazsın. Ha yaparsın, ama yaptığın
Hz. Peygamber’in bize bildirdiği din olmaz, olsa olsa kendi anlayışının dini
olur. Zaman içinde senin otoritene inanan çıkar ve arkandan gelenler olur,
senin adınla yeni bir din daha çıkar. Her anayoldan çıkanlar gibi onlardan biri
de sen ve senin ardından gelenler olur.
Kur’an, herkesin kendi istediğini
söyletebileceği bir kitap değildir. Kur’an her şeyi söyleyen bir kitap
değildir. Çünkü her şeyi söyleyen aslında hiçbir şey söylememiş olur. Oysa biz
biliyoruz ki Kur’an bir şey söylemek için geldi. Onun asıl amacı insanları
Hakka hidayet etmektir. Bunun için de bir örneklik gerekti. O örneklik Hz.
Peygamber idi. Onun ve ashabının ve ardından onların yolundan gidenlerin
tümünün bu kelamı anlayışlarına baktığımızda onlar salatı “belli şart ve
rükünleri olan özel bir ibadet” şeklinde anlamışlardır. Gelenek, “madem öyle sen
de aynı şekilde anlayacaksın” diyor ve dolayısıyla nassı farklı yorumlara
kapamış oluyor. Buna rağmen bir şeyler söylemeye kalkışanlar oluyorsa onları da
ehl-i bidat olarak niteliyor ve şaz olduğu için sözlerine itibar etmiyor.
Bu durum, geleneğe aykırı olmayan
yeni yorumların yapılmasına ve dinî anlayışın her an için günceleştirilmesine
de mani teşkil etmiyor.
Dua ile!
27.09.2012
GARİBCE
[1] شرح نهج البلاغة - (18 / 71) (77) ومن وصى) له
(عليه السلام) لعبد الله بن العباس أيضا لما بعثه للاحتجاج على الخوارج : لا تخاصمهم
بالقرآن فإن القرآن حمال ذو وجوه ، تقول ويقولون ...ولكن حاججهم بالسنة ، فإنهم لن
يجدوا عنها محيصا .
YanıtlaSilAnar Qurban: Hocam cok guzel izah etmissiniz, o zaman sunu da demek mumkunmudur ki, ayetlerin tasidiklari anlamlar veya hukumler hakkinda nazil oldugu olaylarla sinirlidir, yani digerler olaylari kapsamasi imkansizdir. Mesela, meshur bir kaide vardır "sebebin hususiligi hukmun umumiliyine mani degildir" kaidesi bu dusunceye gore dogru degildir, diye bilir miyiz?
Mehmet Erdoğan: Aynı anlamı taşıdığı sürece giittiği yere kadar götürmek, durduğu yerde aynı anlam için yeni imkanlar devreye sokmak. Bu Ulemanın yapacağı/ yapması gereken bir şeydir. Dönüştürmeyi naslar kendileri yapamaz, onu biz insanlar yapmak durumundayız. Ulema işte onun için peygamber varisleridirler.
Fatma Günaydın: Çok Haklısınız.İHL son sınıftaki bir öğrencim meal okuduğunda büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını söylemişti. Muallimsiz talim.... hele bu alanda çok tehlikeli
YanıtlaSilHcm yazınız güzel.. ama şöyle bir sıkıntısı var günümüz Müslümanlarının... vahyi biz o tedricilikle almadık.. bize kitap inmiş oldu.. ve elimizdeki Mushaf vahyin iniş sıralamasına uymuyor.. dolayısıyla kuranı tabiri caizse "cümleten vahideten/tek cümle" olarak okumak durumundayız.. kuranı bağlamıyla doğru anlamak için ise, muhakkak ve mutlaka bence şu yapılmalı: kuran vahiy sırasına göre sıralanacak her hadis hangi ayetten sonra varid olmuşsa o eklenecek, arasına da islam tarihi ve nüzul sebebi konarak yeni bir kitap oluşturulacak.. çok da uzatılmayacak... böyle bir kitap oluşturulursa o zmn vahiy sürecindeki o tedriciliği biz de yaşayabilirz gibi geliyor ve kuranı daha doğru anlarız..
YanıtlaSilhocam bir de Edip Yüksel diye sözüm ona bir alim var.. sünneti, hadisi, buhariyi fln inkar ediyor, ağır sözler söylüyor.. sadece kuran bize yeter diyor.. ve tam da sizin bahsettiğiniz gibi "salat"ı yani namazı "belli bir şekli ve zamanı olmayan dua, yakarış, ibadet" olarak görüyor.. maalesef eşimin kuzeni de bundan tamamen etkilenmiş.. şimdi edip yükselin mealini okuyor.. hiçbir tefsir veya hadisi kabul etmeden meal okuyor.. ayetleri kendi kafasında kavradığı şekliyle yorumlayıp duruyor..bir gün yine mesaj attı.. gönderdiği ayet maide 43..demek istediği de şu: peygamberin hiç bir tasarruf yetkisi yoktur.. Tevrat ya da kuran varken peygambere laf düşmez, onun işi postacılıktır".. hcm beni asıl şaşırtan ise şu oldu: hadi diyelim ki kuzenim cahil, mealden okuduğunu yorumluyor... fakat edip yüksel resmen ayeti yanlış çevirmiş.. onun çevirisi şu: "İçinde ALLAH'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken nasıl olur da ondan yüz çevirip de seni hakem yapıyorlar? Onlar aslında inanmıyor."... olması gereken çeviri şu:"Onlar Allahın buyruklarını ihtiva eden Tevrata sahip oldukları halde nasıl senden bir hüküm vermeni isterler ve ondan sonra da (senin verdiğin hükümden) yüz çevirirler? O halde böyleleri (gerçek) müminler değildir."... en ufak bir arapça bilgisi olan bile ayet metnindeki "sümme-minbadi zelik/sonra-bundan sonra" kelimelerinin edip yüksel çevirisinden çıkarıldığını bilir.. o yüzden akıllara "acaba edip yüksel böyle bir çarpıtmayı sırf peygamberi ve sünneti dışlamak için mi yapıyor" sorusunu getiriyor..
YanıtlaSil