Vaktiyle fakültede Tefsir dersinde dersleri genelde biz
öğrenciler anlatırdık. Hocanın bu açıdan siyaseti iyi idi. İş kendisine kalsa
fazla bir fayda hâsıl olmuyordu. Ben de bu dönemde Kıyamet Suresi’nin tefsirini
almıştım.
Günlerce, haftalarca hazırlandım, kaynaklara ulaştım, dillerini
söktüm… Sonunda da sunumumu yaptım. Çok da güzel bir sunum oldu. Yaşça bizden
büyük olan ve sonra bazı büyük illerde müftülük de yapan bir arkadaşımızın,
yanındakilere benim de duyabileceğim şekilde “Bundan iyi vaiz olur” gibisinden (hitabetimle
ilgili) laf attığını da hatırlıyorum.
Fakat o sunumun sonunda sorulan bir soru vardı ki, bizim içinde
bulunduğumuz durumu anlamamızı kolaylaştırıyordu: Soru şu şekildeydi: Biz bu
dersten kıyametin ispatını bekliyorduk, Oysa sen rü’yetullah meselesine daldın
ve orada da kaldın?
Rü’yetullah meselesi, ahrette/ cennette Allah’ın görülüp
görülemeyeceği meselesidir: Mutezile
olmaz, Allah görülemez, diyor. Ehl-i sünnet ise “Hayır görülür, hem de karanlık
gecede dolunayın göründüğü gibi diye” karşılık veriyor. Taraflar ondan sonra kendi
delillerinin serdine ve karşı tarafın delilinin çürütülmesine dair ellerinden
gelen her ne varsa onu ortaya koymaya çalışıyorlar ve derken öyle bir girdap
oluşuyor ki benim gibi zavallı okuyucu ya da araştırıcıları içine çekiyor ki, oraya
kendisini kaptıranlar bir daha oradan asla kurtulamıyor.
Benim için bu hazırlık safhasında olan şey tam da işte buydu.
Bugünün probleminden o günkü ulemanın nesine?
Onlar kendi dönemlerinde söz konusu olan, hayatta yer alan canlı
bir problemi ele almışlar, enine boyuna irdelemişler ve doğruyu bulmaya
çalışmışlar.
Ama bugün söz konusu olduğu zaman insanlar evvelemirde Allah’a
inanmıyorlar ki, Rüyetullah’ı tartışsınlar. Bir ateistin “Ben özünü inkâr
ediyorum, sen sözünü bana delil getiriyorsun” demesi gibi, ateist ya da
agnostik biri için ve hatta sakalının bamteline kadar dünyevilik kuyusuna
batmış günümüz kâhir ekseriyeti için Rü’yetullah meselesini ele alıp,
derinlemesine araştırmak ve tumturaklı bir şekilde başarıyla da sunmak… Bütün
bunlar maalesef boş gayret ve çabadan ibaret kalıyor. Bir feylosof bu gibi
çabaları istimnâ bil-yed gibi görüyor ve bundan tek bir çocuk bile çıkmaz
diyor.
Bizim kaynakların genel karakteristik özellikleri tam da işte
böyle. Müthiş bir derinlikleri var. Bu özelliklerini ancak bilmeyenler inkâr
edebilir. Fakat içine giren, o derinlikten başını kaldırıp da günümüz ufkuna
bakamıyor, kaybolup gidiyor. Oradan aktardıkları hayatın kulaklarına erişmiyor,
lahutî bir ses gibi gök kubbede anlaşılamayan bir name şeklinde çınlıyor ve
hepsi bundan ibaret kalıyor.
Dolayısıyla bizim bu kaynakları derinlemesine araştırma konusu
yaptığımız zaman neleri gözden kaçıracağımızı, bizzat içinde yaşadığımız
gerçekliği ıskalayacağımızı peşinen
bilmemiz gerekir.
Bu aynen uzun atlamak isteyen bir kimsenin hız kazanabilmesi
için geri geriye birkaç adım atması gibi olması gereken bir şey. Çünkü amaç
geri geri gitmek değil, daha fazla olacak şekilde ileri atlamak. Ama biz bu
geri geri gitme işini o kadar çok abartıyoruz ki adam bazen ne için gerilediğini
unutuyor ve orada artık oyalanmaya başlıyor. Tarihte yaşıyor. Bazıları da yapacağı
şeyi hatırlıyor ve atlama noktasına ulaşabilmek için canhıraş uğraşıyor ve
fakat o noktaya gelene kadar bütün enerjisini, gücünü tüketmiş oluyor,
atlayamıyor, atlayan da sadece vartanın içine düşmüş oluyor, içinde bulunduğu
yeni durumu bile kavrayamıyor.
Soyut hakikatler somut örnekler olmadan kavranamaz. Bizim verilen
bütün örnekler tarım toplumu ile ilgili. Tevrat’ı İncil’i de öyle Kur’an’ı da,
hadisleri de, Fıkıh kitapları da. Bugün kölelikle ilgili anlatılanları herhangi
bir fıkıh kitabından çıkarın, o kitabın en az üçte bir hacmi azalır.
Biz sadece bu kaynaklardan beslendiğimiz sürece onlar kendi girdaplarına
bizi çekecekler ve çağın problemi inançsızlıkmış, ahlâksızlıkmış, bilmem neymiş
siz bunların farkına varamadan bütün gücünüzü Rüyetullah meselesine hasredecek
ve başarılı bir sunum yapmanın gururunu yaşayarak tatmin olacaksınız.
İşte o kadar.
Bize yeni kaynaklar, hayatın içinden yeni örnekler lâzım.
Ebu Hanife’nin başarısından bahsediyorsanız, onun hayatın içinde
aktif rol alan iyi bir kumaş tüccarı olduğunu da söylemeniz gerekir. Benim
Haseki’de üç büyük hocam vardı. İkisinin ilmi üçüncüsünden belirgin bir şekilde
çoktu. Ama o üçüncünün hayatta o kadar çok tecrübesi vardı ki, bunun bir sonucu
olarak Garibce ondan çoook istifade etti.
Bu bir.
İkincisine gelince… Muhammed ümmeti sadece Garibce değil ya onu
da Dursun söylesin.
Saygı ve sevgiyle kalın!
03.09.2012
GARİBCE
Uzun atlama icin bir kac adim geri gitme anolojisini tuttum. Bundan daha iyi izah olmazdi mevcut durumu herhalde.
YanıtlaSil