Gelibolu yarımadasını görmeyenlerimiz varsa görmeli. Orada ibretlik pek çok yer ve manzara var görmeyi hak eden. Bunlardan birisi kazılmış bulunan mevziler. Birbirine geçmeli vaziyette yüzlerce metrelik siperler, mevziler var. Dikkat ettiyseniz bu mevzilerin belli bir derinliği var. Hemen hepsi orta boyda bir insanın döşü hizasında bir derinliğe sahiptir. Askerler burada mevzilenirler ve düşman askerini burada beklerler, onların yaklaşmasına izin vermezler. Yürürken de hep eğilerek yürürler. Yahu hep eğilerek yürüyeceklerine biraz daha derin kazsalar da düşman mermisine tümden hedef olmaktan çıksalar olmaz mı?
-Olmaaaz!
-Niye?
-Çünkü biraz daha derin olursa o zaman ufuklarını kaybederler. Düşman gelip tepelerine dikilinceye kadar onları fark edemezler, hepsi siperlerinde avlanırlar.
-Madem ufkun geniş olması iyi, o zaman neden siper kazıp da çukurun içine girerler?
-Çünkü kendilerini siper edecek derinlikte bir çukur kazarak mevzilenmiş olmasalar o zaman her haliyle düşmana açık olacakları için daha oldukları yerlerde birer birer avlanırlar. O yüzden hep kendilerini eğilerek saklayabilecekleri derinlikte bir mevzileri olmalı hem de başlarını kaldırdıkları zaman düşman hatlarını ve mevzilerini görecek kadar bir ufukları bulunmalı.
-Çünkü kendilerini siper edecek derinlikte bir çukur kazarak mevzilenmiş olmasalar o zaman her haliyle düşmana açık olacakları için daha oldukları yerlerde birer birer avlanırlar. O yüzden hep kendilerini eğilerek saklayabilecekleri derinlikte bir mevzileri olmalı hem de başlarını kaldırdıkları zaman düşman hatlarını ve mevzilerini görecek kadar bir ufukları bulunmalı.
Derinlik ve ufuk.
Biz ilim adamları için de durum aynı olmalıdır.
Derinlikli ve ufuklu olmamız lazımdır.
Derinlik bilgi ile ufuk ise görgü ile olur.
Derinlik için mutlaka ciddi anlamda gerekli olana ilimleri tahsil etmemiz lazımdır. Aksi takdirde sığ kalırız, hiçbir ağırlığımız olmaz. Açıktaki asker gibi oluruz, sahip olduğumuz sığ bilgiler bizi korumaz, izzet ve şeref sahibi kılmaz, saygın yapmaz, aksine rezil ve rüsva eder.
Ufuk ise görgü ile olur. Ne kadar çok hocanız olursa, fikriyatınız ne kadar farklı ve değişik kanallardan beslenirse, ne kadar çok gezer ve farklı yerler, farklı kültür ve medeniyetler görürseniz ufkunuz da o denli geniş olur.
Size her farklı bakış açısı kazandıran hoca ya da gezi ve benzeri etkinliği kendi zihin dünyanıza açılan birer pencere gibi görmelisiniz. O yüzden çok değişik kesimden insanların bakışlarını, görüşlerini, eserlerini görmeli, okumalı, onlara muttali olmalısınız. Hep aynı kesimden insanları okuyor, onlarla bir arada bulunuyorsanız ister istemez sadece onların bakış açılarından dünyaya bakmaya başlayacaksınız ve bu durum at gözlüğü gibi sizin bakışlarınızı sınırlayacaktır.
Derinlik ve ufuk dengeli olmalıdır. Hangi alanda olursanız olun, belli bir ortak zemin oluşturmadan gereğinden fazla derinleşmeniz, sizi ufuksuz kılabilir. Akademik körlük dedikleri şey budur. Birçok akademisyen, sadece kendi alanıyla uğraştığı için her şeye kendi uzmanlık alanı penceresinden bakar. Elinde çekiçten başka hiçbir alet olmayan kimse nasıl ki gördüğü her şeyi çakılacak bir çivi gibi algılamaya başlarsa akademik körlük içinde olan kimse de öyle görür. Doktor hastasını sadece müdahale edilmesi gerekli bir beden görür, onun duygu ve düşüncelerini hesaba katmaz. Kasap, bir koyunu şu kadar kilo et olarak görür… Onun kuzusu ile meleşerek buluşması sahnesi bile onu etkilemez. Oysa aynı sahne şair ruhlu başka birine ne kadar güzel duygular ilham eder.
Şöyle bir fıkra anlatırlar: Adamın biri burnundan şikâyetçi imiş. Doktora gitmiş. Doktor sormuş, “Burnunun hangi deliği?” Hasta demiş, “Sol taraf!” Doktor: “Kusura bakma ben sağ taraf uzmanıyım! O taraftan anlamam.”
Şimdi düşünün karın ağrısı diye bir şikâyetiniz var. Bunu doktorunuza iletiyorsunuz. O sadece kendi uzmanlık alanı olan belirtilerden (semptom) hareketle sizinle ilgili tanı koyuyor ve tedaviye başlıyor. Oysa tecrübi olarak da biliyoruz ki karın ağrısının belki yüzlerce farklı sebebi olabilir ve dolayısıyla mümkündür ki çok daha başka bir hastalığın belirtisidir.
Şimdilerde insanlık, bu aşırı uzmanlaşmanın zararlı olduğunu görerek interdisipliner bir anlayışa doğru yeniden dönmeye başladı. Üniversitede öğrencinin alabileceği çift anadallar ve yandallar vb. gibi yeni imkanlar getiriliyor.
Bizim ilimler tarihimizde büyük âlimlerimizin, sadece tek bir ilimde değil, genelde tüm âlet ve İslam ilimlerinde ama özellikle de bunlardan birinde mahir oldukları görülür. Bizim gibi fıkıhla uğraşıp da kelamdan hiçbir kitap okumamış yahut tasavvuf ile uğraşıp da fıkıhtan hiçbir metin okumamış tipler yoktur. Hele şimdi çok yaygın bir illet de İslam ilimleri tahsiline çıkıp ve bunlardan birinde uzmanlaşma isteyip de bunların ortak dili olan Arapça ve belagatı ile hiçbir ilgilerinin olmaması. Bu kabul edilebilir bir durum değildir.
Eskiden Arapça bilmeyen bir talebe, ama bunun bir nakisa olduğunu bilirdi. Şimdilerde Arapça ile uğraşmayı olsa da olur olmasa da olur görenler, hatta onu zaman kaybı gibi değerlendirenler çıkıyor.
Ne diyelim!
Allah izan versin; ilmimizi ve görgümüzü artsın!
Dua ile!
30.09.2012
GARİBCE
kıymetli hocam ilahiyatçıların bir diğer sorunu, kendi dillerini de iyi kullanamamaları. sizin gibi türkçeyi iyi kullanan akademisyen çok az. edebiyat okuyan yok. roman, öykü okumadan kişinin kendisini iyi ifade etmesi nasıl mümkündür?
YanıtlaSilkurgusal bir ürün olan hayy bin yakazan filozof ve kelamcı olmasına rağmen bizim felsefe bölümündeki akedemisyenlerimizin kaçta kaçı kendi meramını güzel bir türkçeyle ifade edebiliyor. kurgusal metin okusalar sizin belirttiğiniz ufuk ve derinliğe de olumlu katkıları olacağı gibi kendilerini ifade etme konusunda da yararı dokunacak... ama ilahiyatçıların büyük çoğunluğu kurgusal kitap okumuyor...