Ulemasız bu iş olur mu?
El-Cevap: Olmaz.
Doktorsuz tababet olursa, ulemasız da diyanet olur.
Ha nasıl olur? Tababette kocakarı ilaçları her derde derman olur, muskacılar, üfürükçüler, tükürükçüler deva dağıtır, askerliğini revirde yapmış olanlar, iğne vurmasını bilenler doktor kesilir, sonunda da “yarım doktor candan eder” sözü ne kadar da doğru imiş diye insanlar dizlerini döverler.
Diyanette ise, insanlar takvim yapraklarından, şuradan buradan şimdiyse internetten her ne okuduysalar hoca kesilirler, hele bir de meal falan okumuşsa artık hak getire… Allah şöyle buyuruyor, Peygamber şöyle duyuruyor diye ahkâm keserler ve sonunda da “yarım hoca dinden eder” sözü bizim için de artık bittecrübe sabit bir gerçeklik halini alır.
Ulama, bir vetire halinde bir geleneğin tevarüsünü mümkün kılan ve sürdüren bir zümrenin adıdır. Esasen bunlar peygamberin varisleridirler. İsrailoğullarındaki nebilerin işlevlerine benzer işlevleri vardır. Belli bir dil kalıbı içinde inen, belli bir üsluba sahip olan hem zaman ve hem de mekan olarak bir aidiyeti bulunan (Rabbânî= Allahca değil arabî-ümmî olan) bir mesajı, aynen İsrailoğulları nebilerinin Musa şeriatını kendi dönemlerine ait şartlar doğrultusunda güncellemeleri ve ihtiyaçlara çözümler üretmeleri gibi, ulema da arabî-ümmî karakteri olan münzel şeriatı müevvel kılma yani kendi dönemlerine uygun hale getirme, kendi zaman ve mekan özelliklerini dikkate alarak onu güncelleme vazifesini bihakkın yerine getirebilecek kimselerdir. Bu ağır ve zor yükümlülüğü yerine getirebilmek için ehliyet ve liyakat gerekir. Bu, ancak tevarüs edile gelen bir meleke ile mümkün olur. Kişi, “kendim okudum kendim yazdım, sonunda da âlim oldum” demekle âlim olamaz. Şöyle ya da böyle emaneti kendisinden devraldığı üstazlarının olması gerekir. İcazet usulü bu gerekliliğin en belirgin ve kurumlaşmış şeklidir. Hem bu usul ta Hz. Peygamber’e kadar çıkan bir usuldür. Hz. Peygamber, Cibrîl’den mezun, Cibrîl Allah’tan.
Sahabî Hz. Peygamber’den aldığını sonrakilere aktarırken, aynen onun gibi davranmaya, onun tavırlarını yansıtmaya özen gösteriyor. Aktardıklarının ümmetçe kabulü ise, ancak ondan tevarüs edilen genelin bir cüzü olabilmesi imkanına bağlı oluyor. Genele uymayan, onu farklı bir mecraya çekmeye çalışan aktarımlar kabul görmüyor, şaz olmakla nitelenerek bir tarafa atılıveriyor, ciddiye alınmıyor. İbn Mesûd, Hz. Peygamber’e en çok benzeyen biri olarak temayüz ettiği gibi, onun yetiştirdiği Alkame’de İbn Mesûd’a en çok benzeyen biri olarak temayüz ediyor. İbrahim Alkame’ye, Hammâd İbrahim’e ve nihayet Ebu Hanife Hammad’a… Bu, bir zincirin halkaları gibi iç içelik demektir ve böyle tevarüs edilerek geliyor. Birinin üstazlık dönemi ile bir sonraki üstazın taliplik dönemi örtüşüyor. Uzun süreli beraberlikler yaşanıyor. Bir sonraki bir öncekinin “sahibi” yani seneler boyu onun sohbetinde bulunan ve artık onu en az kendisi gibi tanıyan, kendi tercihleri onunkiler doğrultusunda şekillenmiş olan biri oluyor. Bunun soncunda o bedenen ölse bile, onun manevi varlığı sahibinde devam ediyor. Ebu Hanife demek, aynı zamanda geriye doğru Hammad demek, İbrahim demek, Alkame demek ve İbn Mesud demek oluyor. Dolayısıyla Ebu Hanife sadece kendisini temsil etmiyor, birbirlerinden tevarüs etmiş olan üstazlarını da ifade ediyor. O yüzden de o, artık giderek oluşma aşamasına gelmiş bir geleneğin temsilcisi olabilme gücünü ihraz etmiş oluyor. Bunlar birbirlerinden sadece bilgi öğrenmiyorlar, o bilginin bağlamını da, maksadını da öğreniyorlar. Uzun süreli sohbetler sonucu bir sonrakinde bir öncekisinde mevcut olan melekeye benzer bir meleke hasıl oluyor ve bu süreklilik sayesinde öncekilerin bilgisi geleneğe dönüşüyor ve derelerdeki cıbıl suların sonunda bir ırmakta toplanarak eşli eşli akması gibi çevreye hayat veren, bir medeniyet havzasının oluşmasına imkan veren bir güç ve berekete sahip oluyor.
Allah’ın evrene müdahalesi biri halk (yaratma) düzleminde biri de el-emr düzleminde olmak üzere iki şekilde oluyor. Yani halk ediyor yaratıyor ve yarattığını da el-emr ile yönetiyor. Bu el-emr’in yeryüzüne indirilmiş olan özü şeriatı oluşturuyor. Şeriatın açılımını ise el-Emrin mutlak sahibi, “ululemr”e havale ediyor.
Ululemr, zaman içinde ulema ve ümere diye iki sınıfa ayrılıyor. Ümera yönetim erkini, ulema da bu erkin tabi olacağı hukuku (fıkhı) oluşturuyor.
Ümera hukuka tabi, hukuk ise şeriata yani bir öz (ruh) olarak indirilmiş olan el-emr’e.
Bunun güncellemesini yapacak olan da ulema.
Hal böyle ise ulemasız bu iş olur mu?
El-Cevap: Olmaz.
Ulema nerede? Yok, onlar geçmişte kaldı.
Peki, geçmişte kalan bir ulema, bugünün hukukunu yapabilir mi?
El-Cevap: Hayır yapamaz.
Peki, hukuksuz şeriat olur mu? El-Cevap: Olmaz.
Peki, şeriatın kıyamete kadar devamı ilahi koruma altında değil miydi? El-Cevap: Evet.
Galiba bir yerde yanlışlık var.
En iyisi bunu var olmayan ulemaya sormalı?
Dua ile!
22.09.2012
GARİBCE
herdogan38@.
YanıtlaSil'Coştun yine deli gönül,Sular gibi çağlar mısın..?'
'Çömezlik bitti,ilim gitti...' öyle mi..?